27 Ağustos 2012 Pazartesi

I Am Bruce Lee

Hakkında çok şey demeye gerek yok aslında, Bruce Lee dövüş sanatları seven pek çok kişi için bir ikon hatta bir ilah. Hem genç yaşta ölmesi, hem de kendine has tarzıyla günümüz dövüş sanatları filmlerine ilham vermesi ile ölümünden yıllar geçmesine karşı hala ilgi çekiyor ve pek tabii hayranlık uyandırıyor.

Pek beğendiğim bir tabir; kendisi için "Dövüş sanatları'nın Jimi Hendrix'i" demek bence çok uygun. Devrimsel, "ham" ve yaratıcı.


Yazıma konu olan belgesel I am Bruce Lee ise 2011 yapımı. Başta  Bruce Lee'nin eşi Linda ve kızı Shannon olmak üzere Kobe Bryant, Ed O'Neill (Al Bundy), Mickey Rourke, Taboo (Black Eyed Peas) gibi pek çok ünlü isim karşımıza çıkıyor.

Dansçısından, dövüş sanatları ustasına, müzisyeninden oyuncusuna pek çok insanın ağzından ve meşhur tek röportajından kareler eşliğinde başından sonuna kadar hayatını izliyoruz. Ve bu belgeselin bence en önemli tarafı kendine has sesler çıkarıp burnuna dokunarak rakiplerini haşat eden bir dövüş sanatları ikonunun gerçek hayatından oldukça ilginç detaylara tanık olmamızı sağlaması.


Genç yaşta evliliği ve ailesine bağlılığı, sadece Internet'te dolaşan bir kaç alıntının çok ötesinde ve derinlikte dövüş sanatlarının felsefesine gönül vermiş olması ve muzip kişiliği bunlardan sadece bir kaçı.

İlgi çekici bulduğum başka bir detay da meymenetsiz bir ifadeyle TV izleyen kült karakter Al Bundy'i canlandıran Ed O'Neill'ın kara kuşak bir judocu olması. Mickey Rourke boksor kimliği ile karşımıza çıkıyor. Kobe Bryant'ın da dövüş sanatlarıyla ilgilendiğini bilmiyordum.


Eğer siz de garip sesler çıkartarak onun gibi dövüşmeyi denemişseniz ya da bir şekilde denk gelip defalarca filmlerini izlemişseniz bu efsaneyi tanımak adına belgeseli izlemenizi tavsiye ederim.

"Empty your mind, be formless. Shapeless, like water. If you put water into a cup, it becomes the cup. You put water into a bottle and it becomes the bottle. You put it in a teapot, it becomes the teapot. Now, water can flow or it can crash. Be water, my friend.” 

Ek olarak en sevdiğim sahnelerinden birini paylaşayım:


Lazer Göz Ameliyatı


Bu konuyu merak eden bir kaç arkadaşım oldu, bu sebepten ötürü İtü Sözlük'teki yazımı burada paylaşmak istedim.

Operasyonu İstanbul Cerrahi Hastanesi`nin baş hakimi Sinan Göker yönetiyor. bu işi Türkiye getiren ilk kişiymiş kendisi. Ama esasen tetkikten operasyon sürecine kadar başka bir doktorla muhattap oluyorsunuz. (sanırım 4 uzman var) son olarak Göker bakıyor, ameliyatı yapıyor, bu da yaklaşık on dakika sürüyor.

Eğer lens kullanıyorsanız randevu almadan önce on gün lens takmayın ve öyle randevu alın. O zaman direk tetkikten sonraki gün operasyon geçirip net görmeye başlayabilirsiniz. (Yoksa on gün ileriye randevu alacaksınız haliyle)

Numara en az iki yıldır sabit olmalı en başta.


Sanırım limit miyopta 20 derece. Doktorun dediğini aynen yazayım: "Operasyonda göz kaybı riski yok. Numaranın 0 ile 0.50'ye gerileme ihtimali % 95, 1.00'e düşme ihtimali % 5. Eğer kornea yeterince kalınsa ikinci bir ameliyatla 1.00'i düzeltme ihtimali de % 90. Operasyondan önce bir belgede de ikinci bir ameliyat gerekli olursa bunu ücretsiz karşılayacaklarını taahhüt ediyorlar.

İlk gün kontroller yapılıyor. Önce hemşireler tarafından bir sürü acayip cihaz ile gözün haritası çıkarılıyor. Sonra dört uzman doktordan biri (en sık muhattap olunacak kişi) gerekli göz testlerini yapıyor. En az on damla damlatıldığı için gözbebekleri kocaman oluyor ve ortada demon ile junkie kırması bir tiple geziyorsunuz. Yakını görmeme durumu bir kaç saat sürüyor.

Eğer uzun süre lens kullanmışsanız gözyaşı kanallarına mikroskobik büyüklükte silikon bir aparat yerleştiriliyor. Amaç operasyon sonrası gözün daha nemli kalmasını sağlamak. Uzun süre lens kullanan kişilerde göz içi kuruluğu sık görülüyor ve bu da operasyon sonrası için iyi değil.

Aparatı anestezisiz hemen doktor takıyor. Bir acı hissiyatı olmuyor. İki gün kadar gözyaşı kanalı kısmında çok hafif bir kaşınma hissi oluyor ama sonra bu his bitiyor. Ayrıca aparat altı ay sonra kendi kendine yok oluyor.

En son Sinan Göker'e gidip onayı da alıp bir de ameliyatı için ertesi gün saat belirlendikten sonra eve gitme vakti geliyor.

Ertesi gün hastaneye gidince doktor son bir muayene yapıyor, göz içindeki aparatlara bakıyor. Sonra Diazem veriliyor bir adet, kişiyi rahatlatmak için. Bekleme odasında hastalar mevcut, kıkırdayanlar, kopanlar oluyor hatta. Sanırım toplu bir kafa ortamı söz konusu, içerideyken deli halayına kalkma hissiyle dolmadım değil.

Bir süre daha birinci tekil şahıstan gideyim: Diazemi yuttum, bir saate yakın bekledim. (Bekleme işi sanırım İstanbul Cerrahi'nin tek büyük eksisi) o sıra ilaçları almak üzere babam gitti geldi. Ortamda hem ağır bir gerginlik mevcut hem de kafayı kırma hissiyatı. (benle beraber beş hasta vardı.)

Ve vakit geldi. İlk hastaydım, mavi zımbırtıları ayağıma geçirdim. Gözlüğümü aldılar, ailemle vedalaştım. dünya bulandı (numara çok büyük) ve tek başıma koridorda kafamda başka bir mavi ameliyat zımbırtısıyla Şener Şen`'in ölmez eseri "Terk edildim terk edildim"i söylemeye başladım. (Artık Allahım kör et beni`yi söylemenin bir anlamı yoktu.)

İçeri aldılar beni. Doktor geldi. Arkadan Terminatör'ün müziği girdi zihnimde. Kahraman köpek Beethoven edasıyla yazıyorum ama o andan sonra hafiften bir gerginlik başladı.

Tepemde X-Files'tan fırlamış ışıklı bir düzenek mevcuttu. tek yapacağım şey ortaya bakmak, yeşil ışığa. Ufolara bir nevi. Her an karnıma uzaylı cenini yerleştirecekler diye düşünmemek elde değil o sırada.

Işığa bakıyoruz, bir şeyler oluyor, sonra gözü açık tutmak için acayip bir zımbırtı koyuyorlar (dışarıdan görüntüsü sevimsiz ama kimin umrunda) sonra gene ışıklar. Ardından vakum denilen bir mevzu gerçekleşiyor. Tek kısa süreli acı burada mevcut, abartılacak bir şey değil. Gerginlik oluyor haliyle. ama zaten ne olduğunu anlamadan olay gerçekleşiyor. Ardından korneada kapakçık açılıyor, lazerin sesi duyuluyor, göz yıkanıyor, gene lazer sesi, gene göz yıkanıyor ve bitti. (Taş çatlasa beş dakika sürüyor bu süreç)

Diğer göz için aynı dizeyi tekrar söylüyoruz hep beraber.

Ve bitti. Kalk. Gözü aç. "Aaa görüyorum!" Biraz Matrixvari bir sis efekti var ama eşşek gibi görüyorum kardeşim. Her bir şey net. Bir tane Robocop'tan fırlamış ,kocaman koruyucu gözlük veriyorlar. (Işığa şiddetli hassasiyet oluşuyor, bilhassa açık renkli ise göz) Üç tane göz damlası elimde her tabelayı okumaya çalışarak eve dönüyorum ama yolda hafiften gözlerim sulanma başlıyor.

Eve gelince yapılması gereken tek bir şey mevcut: Göz kapalı dinlenmek. İlk önce biraz ağrı oluyor. Ama ilk kısa uykumdan sonra ağrı da kalmıyor. Sonra gelsin antiseptikli damlalar. Gece de gözlüğü hiç çıkarmadan onla uyudum.

Sabah gözlüğü çıkardığımda ayna gibi net görüyordum. Aynı gün kontrole gittim. Üç damladan ikisini bir hafta diğerini bir ay kullanmak gerekiyor. Ama gerisi zaten kimin umrunda, yıllar sonra hiç birşey kullanmadan net görmenin hissi paha biçilemez.

Gözdeki mikro kesiğin gerçekten iyileşme süresi altı ay. Bu altı ay sonunda bir kontrol daha var. En önemli konulardan biri de altı ay boyunca gözü kesinlikle hunharca ovuşturmamak ve hep dikkatli davranmak. Bir ay göz makyajı yasak. İki hafta havuz, deniz yasak. Bir ay da solaryum, sauna yasak. Hiçbiri katlanılmaz şeyler değil.

Doktorun dediğine göre (ki gittiğimde epey net görüyordum) net gördükten sonra gözün kötüleşmesi durumu söz konusu değil, bilakis daha iyileşmesi de mümkün. Bu da pek süper tabii.

Ücret kısmını buraya yazmayacağım ama pek de mütevazi bir ücret değil. Gene de göz gibi çok önemli bir konuda sanıyorum ki değer.

Bu operasyon 22 Mayıs 2007'de gerçekleşti. Beş yıldan fazla olmuş ve hiçbir sıkıntım olmadı. Sadece geçen sene yoğun baş ağrılarımla birlikte görme bozukluğu yaşadığımda gözlerimin numarasının ilerlediğine dair ciddi bir paranoyam oluşmuştu, kontrole gittiğimde hala numaranın ilk günkü gibi olduğunu görüp rahatladım. Meğer sorun baş ağrısındanmış, o da ilaçla geçiyor zaten.

Özetle eğer numaranız yüksekse, lens ve gözlük kullanmaktan bıktıysanız hiç düşünmeyin ve bu operasyonu yaptırın derim. Beş yıldır hiçbir sorun yaşamadan net görüyorum ve ne lenslerimi ne de gözlüğümü tekrar görmek istiyorum.

Yıllarca karşınızdaki duvarda asılı yazılı yazıları puslu görürken her sabah ayna gibi görmenin hissi gerçekten tarif edilemez.

Bilgi için:
http://www.istanbulcerrahi.com/goz-sagligi-merkezi-giris.asp

Sonunda: The Expendables 2

Gerçekten sonunda! Aylardır bu rüya kadroyu izlemeyi bekliyordum. Sonuç mu? Muhteşem.

Geçen hafta tatildeydim ve önceden planladığımız gibi Antalya'da filmi izledik. İyi ki de İstanbul'a dönmeyi beklememişim zira ilk filme göre EX2 çok daha eğlenceli, çok daha akıcı ve çok daha iyi bir film.


Şu bir gerçek ki ilk filmi sevsem de bir kere daha izleme dürtüsü yaratmamıştı; hem de o inanılmaz kadroya rağmen. Ama bu sefer film bittiğinde mutlaka tekrar izlemeye karar verdim.

Malumunuz ilk filmdeki dev kadroya (Sly, Dolph, Statham, Jet Li vs vs) bir de Chuck Norris ve Van Damme eklendi. Arnold Schwarzenegger ve Bruce Willis'in ilk filmden çok daha etkili ve matrak bir konumda olması da cabası.


Biraz spoilerlı gidersek beni en çok kendimden geçiren sahne şüphesiz ki Chuck Baba'nın ilk göründüğü andı. Üzerine bir de Chuck Norris Facts'ten King Cobra muhabbeti geldiğinde gülme krizine girdim, bir süre de çıkamadım. Ayrıca efsane doğru galiba, bu adam yaşlanmıyor.


Filmin gizli kahramanı ise bence Dolph Lundgren'di. Her zaman "acımasız, soğuk ve et kafa" olarak görmeye alıştığımız Dolph'un gerçek mesleğine yapılan göndermeler enfesti. (Kendisi MIT yüksek Kimya Mühendisi, şaka değil; canavar gibi bir adam - yani her anlamda) Fosforla bomba yapmaya çalıştığı sahne ve "I love Chinese" diyorum sadece.


Bunun dışında gelenek bozulmamış Jason Statham'a gene en iyi dövüş koreografisi verilmiş, cübbeli bıçak dövüşü sahnesi harikaydı tek kelimeyle.


Üstat Jet Li'nin belli ki çekimler sırasında işi varmış, filmin başında bir kaç arkadaşı dövüp çıktı. Tava da eline yakışıyormuş.


Açılış sahnesi de ayrıca görkemliydi. On dakikada beş yüz kişi falan öldü herhalde.

Haliyle abiler epey yaşlanmış, kiminin botokstan tipi kaymış ama Bruce Willis hepsine taş çıkarırcasına hala çok çekiciydi, hele o meşhur yan gülümsemesini çaktığı anda "Ne buldun o Ashton isimli çocukta Demiciğim" demeden duramadım. Bak olmadı da üstelik o iş, kaçırdın gül gibi Bruce'u.


Ve Arnold. Ekip içinde en yaşlanmış görünen oydu sanırım, politikacı adam ne de olsa. Ancak "I'm back" sahneleri olsun, madeni patlatırken arkadan kısaca giren Terminator müziği olsun o da harikaydı.


Gelelim final dövüşe. Van Damme vs Sly. Yıllarca kendisini iyi adam olarak destekledik ama Van Damme'a kötülük çok yakışıyormuş, bu kadar adam karşısında tek villain olarak karşımıza çıktı. Bir de imzası olan "Van Daym Tekmesi"ni de attığı anda tam oldu zaten. Ayrıca birbirimizi hiç kandırmayalım nah döver Sly onu, gerçekten kapışsalar kırılırdı botokslu ağzı.


Sonlara doğru bir sahne vardı ki Willis, Arnold, Chuck Norris yanyana adam tarıyorlar; bir yandan Statham dövüşüyor, bir yandan Sly ile Van Damme kapışıyor; resmen eski aksiyon filmi severler için ödül niteliğinde sahnelerdi. Bu adamları bir arada görmek zaten filmi müthiş yapan asıl şey; yoksa beyni sulanmış entellerin aradığı gibi senaryosu osu busu değil.


Ayrıca ilk satırlarda dediğim gibi ilk filmden farklı olarak ciddi takılmayı iyice bırakmışlar ve kendileriyle de dalga geçmişler. Bu da filmi ayrıca güzel kılan şeylerden biri. Arnold'un "Biz de müzeliğiz" itirafına rağmen en Bülent Ersoy halimle "Kurban olun siz o müzeliklere" demek istiyorum, hatta dedim.


Denilen o ki EX3 de gelecek, artık kadroya Steven Seagal mı eklenir, Harrison Ford mu ya da başka bir aksiyon yıldızı mı bilemeyeceğim; ama şahsen bir Mark Dacascos görmek çok isterim. Ayrıca Wesley Snipe da süper olur, duy beni Sly.


Özetle hakkında  "Ay senaryosu çok zayıf", "O kadar adam ölmesi çok saçma", "Çok maço, çok Amerikan" gibi yorumlar yapan arkadaşları bu tür filmleri izlemeyi bırakıp sadece Kuzey Avrupa ve Uzakdoğu sineması izlemeye davet ediyorum; izleyin, izlettirin.


Stallone: I thought you were dead. I heard that you got bitten by a King Cobra.

Norris: Yes, I was bitten by a King Cobra. After five days of enduring excruciating agony, the cobra died.



18 Ağustos 2012 Cumartesi

Death Note

Geçtiğimiz haftalarda bir bölümünü izlemiştim ve hoşuma gitmişti, dün ikinci bölümü izledim.

Şu anda 13. bölümdeyim.

Bu sabah erken kalkınca başına oturdum ve kalkamadım, hala hazırlamam gereken bir çanta var oysa ki.

Neyden bahsediyor bu derseniz, Death Note bir anime. Ve bilen bilir, anime hiç sevmem; en başta çizimlerinden ötürü.

"Asla bamya yemem deme." Hala yemiyorum bu arada.

Bu aralar izleyeceğim pek bir şey kalmadı ondan ötürü ne izlesem arayışlarımın vardığı yerlerden biri de Death Note oldu. Yıllardır bana anime sevdirmeye çalışan bir kaç arkadaşımın tavsiye listesinde olanlardan biri de buydu. 2006 yapımı.


Konuyu çok kısaca anlatmak gerekirse ki bu da spoiler değil, Light isimli karakterimizin eline ismini yazdığı kişiyi öldürme gücü veren bir defter geçer. Buradan "Tanrı Kompleksi" ile başlayan bir satranç oyununa geçeriz.

Haliyle Light kendince adaleti getirmeye çalışırken karşısında bir hasım beliriyor. Ve bu iki karakter arasındaki yüksek zeka ve paranoya dolu satranç oyununu izlerken kah gerim gerim geriliyor kah "Vay be" naraları atıyorsunuz.

Bir bölüm daha izledikten sonra çantamı toplamaya başlayacağım, gerçekten. Bilemedin iki.

Fantastik, polisiye ve hele birbirine saygı duyan (aslında bu kısım tartışılabilir) ultra zeki düşmanlar konseptini seviyorsanız mutlaka izleyin, kesinlikle pişman olmayacaksınız.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Cloud Atlas // Fragman

Bir filmi ya da kitabı seçerken ilginizi yoğunlaştıran "zaaf" konularınız vardır illa ki. Pek tabii benim de var, bunlardan biri de çeşitli zaman dilimlerinde kesişen enkarnasyonlar. Hele işin içinde de epik bir aşk hikayesi varsa tamamdır.

Bu temanın en muhteşem örneği elbette ki "The Fountain". Pek çok kez bütününü, parçalı bulutlu ise çeşitli sahneleri dönem dönem izlediğim bu müthiş filmle ilgili zamanında İtü Sözlük'te upuzun bir yazı yazmıştım; sabrınız varsa buradan buyrun. (Ve tabii filmi izlediyseniz)


Çeşitli geçmiş yaşamların birbirini sürekli bulması teması bu sefer Cloud Atlas'ta karşımıza çıkıyor. Aynı isimli David Mitchell'ın kitabından uyarlanan filmin yönetmenleri ise The Matrix serisinden tanıdığımız Wachowski kardeşler.

Fragmandan konuyu tam anlamak zor olsa da kah antik çağlara kah uzak bir geleceğe gidiyoruz. Ve belli ki birbirlerini sürekli bulan aşıklardan tutun, tamamlanması gereken döngülere pek çok konu mevcut.


Filmin kadrosunde pek çok ünlü isim mevcut: Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant, Susan Sarandon, Jim Broadbent ve Hugo Weaving.

Hanks ve Berry casting açısından beni biraz düşündürse de fragman çok hoşuma gitti. Gerek görsellik gerek olay örgüsü olsun sanki bir Fountain daha geliyor gibi.


Fragman yeni modaya uygun olarak oldukça uzun, beş dakikanın üzerinde. En ilgimi çeken detaylardan biri her daim gömleği ve romantik bakışlarıyla karşımıza çıkan  Hugh Grant'i Apocalypto filminden fırlamış bir kılıkla görmek oldu. Bence gayet yakışmış.

Film 26 Ekim 2012'de Amerika'da gösterime girecek, henüz bizdeki gösterim tarihiyle ilgili bir bilgi yok.

Buyrun bu da fragmanı:

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Total Recall // Fragman

Total Recall, dilimize çevirisi ile Gerçeğe Çağrı'nın yeri bende ayrıdır. Zira 1990 yapımı film aklım ermeye başlayıp da etkilendiğim ilk bilimkurgu filmlerinden biri. Haliyle tek basamaklı yaşlarda olduğum için olaylara tamamen vakıf değildim ancak filmden kare kare hatırladığım sahneler hala mevcut. Kuato'nun karından çıkışı olsun, kolu değişen mutant ve iş makinalı kovalamaca sahnesi olsun; ve pek tabii üç memeli kadın olsun. Bir de filmin sonundaki Mars atmosferinde hayatta kalmaya çalışırken tipi kayan Arnold imgesi var ki sanırım o aklımdan hiç çıkmayacak.


Gerçek ile sanal gerçeklik arasındaki çizginin birbirine geçmesi ile ilerleyen yıllardaki karşımıza çıkan bu tip pek çok yapıma ilham verdiğini düşünüyorum. Hepsi Quaid'in satın aldığı bir rüya mıydı, yoksa gerçekten bir ajan mıydı? Son yıllarda pek çok filmin sonunda sorduk bu soruyu kendimize.

İlk film Robocop'ın yönetmeni Paul Verhoeven imzalıydı. Sharon Stone'u burada keşfedip Basic Instinct'te oynatarak bir stara dönüştürmüştü. Bu adamın nasıl Showgirls gibi berbat bir filmi çektiğini hala merak ediyorum. Hoş Hollow Man de oldukça zayıftı.


Ve malumunuz son yıllarda bit pazarına nur yağdı ve bir çok filmin tekrar çekimleri karşımıza çıkıyor. (Yaratıcılık eksikliğinin etkisi olabilir mi acaba? Özellikle de son yıllardaki görsel açıdan pek görkemli ama içeriği kısır yapımları düşünürsek. Ama hayır burası eskiden dutluktu yazısı yazmayacağım)


Yeni çekim Total Recall 3 Ağustos 2012'de gösterime girerken bizim ise bir hafta daha beklememiz gerekiyor. Başrolde hiçbir zaman fazla ısınamadığım Colin Farrell var. (Alexander'ın ve bakışlarının etkisi büyük bu konuda, oyunculuğunu beğendiğim iki filmi var esasen: Phone Booth ve tabii ki In BrugesSharon Stone 'un rolünü Kate Backinsale almış, ki bence yakışır. Melina rolünde ise Jessica Biel var, fragmandan izlediğim kadarıyla pek ısınamadım.


Fragmanı iyi duruyor ama erkenden gaza gelmemek lazım; gelecek haftasonu ilk işim filmi izlemek olacak.

Son olarak haliyle en merak edilen konu filmin sembolü olan "Üç Memeli Kadın"ın görünüp görünmeyeceği idi, fotoğrafları nete düştü çoktan; yani görünecek herkes rahat olsun. :)


Avatar The Last Airbender

The Legend of Korra'yı izleyip, pek duygulandığım finalinden sonra feci de gaza gelip en baştan Avatar The Last Airbender'ı izledim; bitirdim ve o müthiş final sonrası hazır dumanı üzerimdeyken seri hakkında da bir şeyler yazmak istedim.

Çok da hızlı tüketmedim bölümleri ama özellikle sona yaklaştıkça bitmemesi için ders çalışmaya bahane bulan öğrenci modunda elim gitmedi izlemeye, tabii bir yere kadar.


Sonuç? Avatar sadece bir çizgi film değildir, çok daha fazlasıdır. Iroh benim de amcam ol! (Anime mi diyeyim bilemiyorum, anime işinden anlamam ama okuduğum kadarıyla anime fanları serinin çizgi film olduğunu söylüyor; aman neyse ne fark eder)

İlk bölümden itibaren pek sevgili Avatar Aang'in ekseninde tüm karakterlerin kişisel yolculuklarını ve değişimlerini izlerken, bir yandan hem eğlendirip hem de ağlatmasıyla bu nasıl çizgi film sorusunu da bana çok kez sordurdu. Sorarım size The Tales of Iroh bölümünde Iroh şarkısını söylerken duygulanmamak elde mi mesela? Ya da Zuko büyük savaş öncesi özür dilemek için amcasının yanına geldiğinde Iroh'nun hiçbir şey demeden ona sarıldığı sahnede?


Finali ikinci kez izleyişimde karakter ve olaylara çok daha hakim olduğum için çok daha büyük bir keyif aldım. Aang'in Ozai'yi fırsatı varken öldürmeyişine maç izler gibi sövsem de bir yandan da barışçıl kişiliği ve bulduğu çözüme insan hayran olmadan edemiyor. (Her şeyini borçlu olduğu bükücülüğünün elden alınması Ozai'ye en büyük ceza alsında)


Neyse karakter karakter seriyi özetleyeyim bari, yanımdaki kola şişesi olsun saksıdaki toprak olsun hepsi şu anda bana gayet bükülebiliyor görünüyor bir yandan.


AANG: Sayısız geçmiş yaşamı ve ondan gelen bilgeliğe sahip dört elementin ustası.  Bir yandan aklı karışmış ve korkan küçük bir (aslında 112 yaşında) çocuk. Ayrıca çok eğlenceli, nazik ve komik. Falcı ona geleceğindeki görkemli iyi kötü savaşını anlatırken "Bunları biliyorum boşver, kız meselesi ne olacak?" diye sorması beni bitirmişti. Nitekim finalde biricik aşkı Katara'ya da kavuştu, malumunuz sonra aile kuracaklar üç tane de çocukları olacak. (Devamı The Legend of Korra'da)


Önceki Avatarların ısrarlarına rağmen insan öldürmeyi reddetmesi ve aslan-kaplumbağanın bilgeliği ile bükücülüğü geri almayı öğrenmesi bence harika bir detaydı. Hava tapınağında halkının yok edildiğini anladığında az üzülmedim. Bumi ile olan kavuşmaları ise en sevdiğim anlardan biri. O dingin ve neşeli halini sadece Appa kaçırıldığında kaybettiğini gördük aslında, ki gerçekten etkileyiciydi. Aang yüz on iki yıl önce Avatar olduğu bildirilince kaçıp dünyayı ateş ulusunun insafına bıraktığı için hep kendini suçluyordu, aslında hikaye kendini affetmesi ve en büyük korkusu ile yüzleşmesini de anlatıyor.


IROH: Tamam bunun Zukosu osu busu var ama ben ikinci olarak bu müthiş karakteri yazmak istiyorum. Her geçen bölüm biraz daha sevdim, biraz daha hayran oldum. Kimi zaman yukarıda bahsi geçen sahnelerde gözlerimi doldurdu, kim istemez böyle bir amca? Zuko ona her yamuk yaptığında az sövmedim.


Bir yandan damak zevkine pek düşkün, sefahati seven ve umursamaz görünen bir ihtiyar gibi olsa da aslında o "Dragon of the West", batının ejderi. Oğlunu kaybedince aydınlanması başlayan bir bilge. Ve aslında en büyük ateş bükücü. Bana Ozai falan demeyin, Ba Sing Se'nin makinalarla bir sürü çabayla yıkılamayan duvarlarını Sozin kuyruklu yıldızı geldiğinde yarattığı ateş topuyla indiriverdi. Ayrıca ejderhaların soyunun tükenmemesi için sessiz kalması da ayrıca güzeldi. Aslında ayrı bir yazı yazılası bir karakter ne diyeyim. Özellikle White Lotus üyeleri ile bir araya geldiklerinde A Takımını izler gibi oluyorum, utanmasan adamın dibisin diyeceğim sana Iroh amca.


ZUKO: Serimizin en gri karakteri, muhtemelen eskiden izlesem en büyük fanı olurdum. Zaman zaman çok kızdım, kimi sahnelerde ise yaşadıklarından ötürü acıdım ama özellikle sonlara doğru geçirdiği değişim ve olgunluk ile kafasına Ateş Lordu tacı takıldığında "Helal be" demeden de edemedim. Ancak yaptığı hatalar da dönüşümü için gerekliydi bir bakıma. Avatar ile müttefik olmaya karar verip ateş bükücülüğünü kaybetmesi önemli bir detaydı, zira hep öfkeden güç alıyordu. Bu bağlamda ejderhalardan yaşamın kaynağı ateş bilgeliğini öğrenmesi çok güzeldi, bence son savaşta Azula'nın karşısında güçlü durmasının en önemli sebebi buydu, sadece kız kardeşinin dikkatinin dağınık olması değil.


Başta tek amacı babasının sevgisini kazanmak iken sonunda bu yanılgıdan çıkması ve bence esas "babası" olan Iroh'u onurlandırması ile alkışı hak ediyor. Arada güzel bir "Daddy issues" çözümlemesi de izliyoruz. Doomcu sevgilisi Mai ile ilişkilerinde mutluluklar dilesem de seri boyunca Katara ile sürekli bir ters çekimleri vardı kimse aksini iddia etmesin. Hoş Katara dırdırıyla delirtirdi Zuko'yu bence.


KATARA: Ekibin anaç tavuğu. Katara erken yaşta olgunlaşması istenen çocuk ruhlu Aang'in yanında dengeyi sağlayan tam bir "anne" karakterdi. Bundan ötürü de Aang'in "Acaba beni arkadaş olarak mı görüyor" şüpheleri bitmedi. Giderek muazzam bir su bükücüye dönüşünü de keyifle izledim. Bazen dırdırları ve kuralcılığı iç kıysa da aslında o da annesinin ölümüyle erken olgunlaşmak zorunda kalmış bir çocuk. Tiyatro bölümünde en iyi onunla dalga çekilmişti, nitekim tear bending bölümünde koptum.


Tüm yapıcılığına rağmen annesinin katili ile yüzleştiği bölümde sanırım kendisine en sempati duyduğum anları yaşadım. Çok başarılı bir yüzleşme anıydı. Ayrıca psikolojisi bozuk bir su kabilesi mensubundan blood bendingi öğrenip kullanması da ayrıca önemliydi. Zuko bu açıdan tüm ekibi korku ve öfkeleriyle yüzleştirdi, Toph hariç. O da tepkisini belirtmişti zaten.


SOKKA: Ekibin tek non-bender üyesi. Gırgır hali ve saçmalamalarını seviyorum. İyi bir savaşçı olmasını da. Garibim Aang'in eline kadın eli değmezken kendisi Ay Ruhu Yue ile olsun Suki ile olsun maceralarını yaşadı. Hatta Ty Lee de ona boş değildi diyeceğim de o herkese boş değil zaten. En son Kyoshi savaşçılarına katılması da evlere şenlikti.


Ay Ruhu ile olan hikayesi bence serinin en dokunaklı anlarından biriydi, kıyamam. Ama en sevdiğim sahnesi kesinlikle kaktüs suyu içip kafayı bulduğu an. En bombası konuşan ve düello eden Momo-Appa ikilisini izlemek.


TOPH: Adamım! Hastasıyım, her anlamda. Katara'ya "Sugar Queen" deyişine de herkese soktuğu laflara da ayrıca bayılıyorum. En büyük toprak bükücü olan bu çatlağın, metal-bendingi keşfedip dünyaya postasını koyduğu an en iyi sahnesiydi bence. Tiyatro oyunda da halinden tek memnun kişi olması ayrıca komikti.


Bencil ve ukala görünse de sevgisini milletin omzuna attığı yumruklarla gösteren bu erkek Fatmanın aslında kızsal giyindiğinde ne kadar güzel olduğunu da görüyoruz. Ekip içinde en sevdiğim kişi kendisi açık ara, dediğim gibi hastasıyım. Ekibe katılması ile her bölüm seriye ekstra bir canlılık katması cabası. Gene de Azula'yı finalde Toph'un rencide etmesini çok isterdim şahsen, bir üstüne ona sokacağı lafları hayal edemiyorum. Şu anda yaşasa en sıkısından bir metalhead olurdu o kesin, tabii performansı beğenmeyip grubun şovuna katkıda bulunabilirdi de.


AZULA: Öf. İğrençsin, psikopatsın artı hayvansın. Tam bir ruh hastası ama çok güçlü. Evlat olsa sevilmez bir karakter ama gerçekten "iyi" bir kötü. Zeki, güçlü ve her zaman ekibin başına bela oldu; hakkını vermek lazım. En dipte arada "Annem bile beni canavar olarak görüyor" diye içsel hesaplaşmalara girse de "Zaten öyleyim" deyip sıyrılıyor, hiç aslında özünde iyiydi trivirisi aramamak lazım. Ek olarak ateş ülkesinden bir çocukla salak kız taklidi yapıp flörtleşmeye çalışırken birden delirip "We will rule the galaxy" triplerine girmesi de en kopartan sahnesiydi.


Estetik anlamda en iyi saldırılar genelde bu abladan çıkar, mavi alevleri müthiş. Özellikle Zuko ile olan son Agni Kai düellosunu iyi bir yönetmenin elinde izlemek çok isterdim. Yok eden alev (mavi) ile yaşam veren alevin (kırmızı) savaşı bence serideki görsel açıdan en güzel andı, arkadaki etkileyici müzik de cabası. Yenildiğindeki histerik tavırları da on numaraydı, kapatılsın bir akıl hastanesine hiç çıkmasın. Son olarak tavırlarından ötürü ben hep onu Zuko'nun ablası sanırdım meğer ondan küçükmüş.


OZAI: Asıl bu adam evlat olsa sevilmez. Güç delisi psikopat. Tutturmuş dünyaya hükmedeceğim diye. Çok güçlü, çok sevimsiz. Zuko'nun annesine ne yaptığını merak ediyorum. Sürgüne mi yolladı, yoksa öldürdü mü? Sırf oğlu ona karşı çıktı diye yüzünü yakacak kadar acımasız. Aang'in elinde belasını buldu, mutluyum. Ölümden ziyade bükücülüğünü kaybetmesi en büyük ceza neticede. En dikkatimi çeken kare ise Aang kendisinin attığı devasa yıldırımı ona geri yollayacakken yüzünde beliren aciz ifadeydi.


BUMI: Başka bir adamım! Toprak ulusundan pek de haz etmiyorum ama en hastası olduğum karakterler hep oradan çıkıyor. Bildiğin köyün delisi, ama bir yandan muazzam güçlü bir toprak bükücü. Aang'in çocukluk arkadaşı, bir anti-aging mucizesi. Yüz yaşını devirmesine karşın hala çocuk ruhlu, az duygulanmamıştım Aang ile kaydırak kayarken.


Tek başına orduları indirecek kadar güçlü olan bu abimiz gerek kafayı kırmış tavırları, gerek "sevimli canavarı yani ev hayvanı" Flopsy'si ile adeta bir ikon, adeta bir fahri dede. Seviyorum.

Bunun dışında ateş ustası Jeong Jeong çok kral adam, son saldırıda yarattığı ateş duvarlarına ayrıca hayran kaldım. Aang'e ateş bükmeyi reddettiği anda Avatar Roku'nun belirişi efsaneydi mesela.


Bir de lahanacı adamı da unutmamak lazım.

Order of White Lotus ekibini görmek de müthiş bir keyifti hepsini yanyana görmek The Expendables izlemek gibi.

Daha yazacak çok şey var aslında şimdilik durayım, işin özeti belli: Avatar The Last Airbender gerek görselliği gerek konularının derinliği ve hatta mizahıyla bir çok film ve diziyi gölgede bırakacak güzellikte bir yapım, fantastik şeylerden hoşlanan eşinize dostunuza mutlaka izlettirin.


Bir tur daha The Legend of Korra izledikten sonra bir de Korra yazısı yazayım bari. Öncesinde şu kolayı bükmeyi çözmem lazım.