22 Ocak 2021 Cuma

Yeni Çağ: Peki Ne kadar Özgürsün?

Podcast için uzun zamandır içime en sinen kaydı yaptım, ancak kayıtta bir arıza olmuş ses Deşifre programındaki gizli ses kayıtları gibi. Sesi temizlemeye veya yükseltmeye çalıştım ancak başarılı olmadı. Yalan yok sinirlendim, çünkü 19 dakikaydı ve boşa gitti kayıt. Çok emek verdiğimiz bir şey çöpe gittiğinde doğal olarak düş kırıklığına uğrarız. Ve şahsen bu olduğunda heves kaybı yaşarım. Heves gidince bir şeyi tekrar yapmak zordur. Onun yerine boyutunu değiştirebiliriz. Bu sebeple ben de yazıya dökmek istedim.

O kadar Kova çağı "Ay aman ne kadar özgürleşiyoruz" dedik ama, pardon bir şey sormak istiyorum ne kadar özgürsün gerçekten?

Hayatın kısır döngüsü içinde çok özgürüm, farklıyım naraları attığımız bu evrende ne kadar özgürüz biz?


Gerçekten.... İtinayla aldığın büyük ekran sofistike televizyon, en son model mobilya takımı, banka kredileri ve nefret ettiğin iş arkadaşları yok mu hayatında? Aslında seni kendinden bile nefret ettiren tahammül edemediğin ama yapışıp kaldığın bir ilişki? Eline yapışmış olan telefon? Ödenecek borçlar. Beklentiler. Aile içi rekabet. Terfi alacak mıyım? Evlenecek miyim? Çocuk doğuracak mıyım? Hadi doğurdum ne kadar süper bakımlı, fit, çocuğuna en düşkün anne olacak mıyım? Kendi doğum günü partim? Cinsiyet belirleme partisi? Çocuğun bile anlamadığı ancak anne-babanın "düşman çatlattığı" bol gıda boyalı yaş günleri? Kınasını yapıp evlenmezse hayatının sonunun geleceğine inananlar? Çirkinim diye koşullanıp bedenini kendini sevmeyenler? Beş ay önceden altı taksitle popüler turistik merkezlerde yarış halinde "eğlenmeye" çalışanlar? Böyle gelmiş böyle gider diye hiçbir şey yapmamayı seçenler? Sürekli başkasına akıl verip kendisi her zaman en yanlışı yapanlar? İçki masasında hayallere dalıp açacağı o restorantı aslında asla açmayıp maaş+özel sigorta diye yaşamaya devam edecek olanlar? Enerji, ışık, sevgi, çakra diye coşup özünde en kanayan yaraya tampon yapmayanlar? Aydınlandım diye hava atıp aslında hiç aydınlanmamanın paradoksunu yaşayanlar? Ben daha sabaha kadar yazarım, sen hangisisin?

Ben hangisiyim? 20'li yaşlarımda bunlardan bir kısmını yapmazsam ben de öleceğimi düşünüyordum. Mutlaka terfilerimi almalıydım hem de hızlı hızlı. Süper bir ilişkim olmalıydı hatta evlenmeliydim, akabinde asi tarzlı bir evli kadın kurumsal olsam da aslında düzenin insanıydım. İki metal konserinde kafa sallayınca "özgür" oluyor, ama yine nefret ettiğim bana mobbing yapan bir patrona günaydın demem gerekiyordu. Toplum bizden evlenince çocuk yapmamızı istiyordu. Yapmayınca imalarıyla zorluyordu. Dedim ya sözde pek uçarıydım ama beni zincirlere vuran bin tane bağ vardı. Hayatlarımız, ilişkilerimiz, kaç beden olduğumuz masada oldukça pardon da hangi özgürlükten bahsediyoruz...

Bu illüzyon içinde kaybolduğumu anlamam zaman aldı. Hırslı bir insanım ve kayboluyordum bu döngülerde. Ancak bir gün kendi kendime şunu dedim: "Bu benim gerçekten istediğim hayat mı?"

Çocukken kurduğumuz düşler saf, biricik ve tertemizdir. Çünkü içimizdeki koşullanmalar ve dış dünyanın baskısıyla kirlenmemiştir. Hayır, istediğim hayatla alakası yoktu bu hayatın. Ben çocukken dergi yapıyor insanlara gökyüzü ve dinozorları anlatıyordum. Yazı yazıyordum. Konuşuyordum. Anlatıyordum. Oysa burada içimde karın ağrısıyla performans görüşmemi bekliyordum. 

Bu işe geçiş sürecim için eğitimime başlamıştım. Yaptığım planı uygulamaya koyarken kaos da bana yardım etti. Hayatım darmadağın oldu. Hani çok severiz ya Fight Club'ı. "Ayh Tyler Durden ne mantıklı konuşuyoo" Ya hangi Fight hangi Club? Elinde seni köle eden telefonun, araban, insan ilişkilerin, beğenilme ve odak arzun dururken hangi kulüp?

Gerçek aydınlanma aslında sıfır noktasında gelebiliyor. Her şeyi kaybedince üretmeye başlamak.

O esnada yavaş yavaş şu noktayı düşünmeye başladım: Bir şeyleri elbette yapacağız, çünkü komün değiliz ve ormanda geyik avlayıp yaşamayı seçmiyoruz. Ben şahsen seçmiyorum. Ama Zion'da yaşayanlar Matrix'e nasıl giriyorsa böyle bir hayat niye mümkün olmasın... 

Elbette asla gerçekten özgür değilim, kordonum var, o sisteme bağlıyım. Tam özgürlük nedir sabaha kadar tartışılabilir. Tek tesellim an azından itaat edeceğim bir yer yok. Bu fikri hep sevdim. Daha almam gereken çok fazla yol var, ama en azından o duvarı yıkıp kordonu yırtmaya başladığımı hissediyorum. Belki bu da başka bir illüzyondur.

Asla emin olamayacağız ki... Son durak, korku. Her şeyi geride bıraksan da o zaman da onları kaybetme korkusu devrede. Son imtihan, son kapı.

Kimse hakikati burada bulmak zorunda değil, bu benim kendi arayışım. Ama senin özgürlük tanımın nedir? 

Ona yakın mısın? Özgürlüğü de geçtim mutluluk tanımın nedir?

Sürekli bir şeye, insana, kuruma, yere ait olmaya çalışıyoruz. Oysaki içinde bulunduğumuz beden bile bize ödünç. Vadesi dolunca çıkıp gideceğiz bu bedenden. Her yerden. O zaman neden illaki kendimizi noksan hissetmek, bir yere yapışmaya çalışmak niye?

Her şeyi sevip değer verebiliriz, ancak o şeyle birleşmek, onunla aynı kapta buluşmak zorunda değiliz. 

Ve o şey iyi ya da kötü olsun bir süre sonra benzeşme başlayacaktır. Ve unutma, "Eğer uçuruma bakarsan, bir süre sonra uçurum da sana bakar." 

Bütünleşmeye çalıştığımız şeyler bizi ele geçirir, ruh saflığını kaybeder. 

Oysaki ruh ilk başta pürüzsüz ve tek parça. Ama giderek yıpranıyor, parçalanıyor hayatın ve insanların değirmenlerinde.

Ben ruhumu geri almak için bu yollara çıktım, başarabilir miyim bilmiyorum, ancak deneyeceğim.

Her şey ayrı ve biriciktir, ancak hepsi bütünün bilgisini taşır. Leibniz'in Monad teoremi. Evet aslında herşey ayrı ve aynı; ama biz bunu adeta salçaya soğan atıp kavurmak gibi muamele ediyoruz. "Bir" olmak senin diğer şeylerle değil makroyla olan görevin. Daha sen kendinle bir olamazsan, nasıl her şeyle bir olacaksın ki?

Kendini küçümseme. Nefret etme. Cezalandırma.

Ne mükemmelsin ne de bir hata. Gri. Her şey gibi. Terazinin iki kefesinde aklın ve kalbin var.

Dengeye ulaşmak veya yok etmek. Ancak dengeye ve her şeye giden kapının asıl anahtarı yine kendimizde.

Onu başka suretler ve şeyler üzerinde aradıkça sadece o şeyin zahiri yansımasına bakacağız.

Aynaya bakma, ellerinle yüzüne dokun. Yüzünü hisset. 

Özgürlük, gerçekleşmesi istenen yüksek hayaller mi? O zaman harekete geç. Bir şeyler yap.

Boş konuşup acabaları sıraladığımız her an bize ayrılan yayın süresinden çalıyoruz.

Ya da kabullen. Evet eğer yolun şu anki hayatınsa diğer bir erdem devreye girer: Kabullenmek. 

Ya kabul, ya değişim. Arasındaki söylenme bir yol değil, bir araf ve bir kaçınma metodu. Oysa kabul de çok güçlü ve zor bir yoldur.

Hangi kapıyı seçersen seç özgür ve mutlu olmanı dilerim.





10 Nisan 2020 Cuma

Türk Mitolojisi


Türk Mitolojisi inanılmaz derinliğe büyülü sahip bir dünya. İçerisine girdiğiniz zaman Şamanizm odağı içerisinde büyük zenginlik içeren ucu bucağı belli olmayan bir dünyaya adım atmış oluyorsunuz. Hun Devleti resmi kayıtlara göre M.Ö 220 yılında kuruldu. Ön Türk devletlerinden biri olarak kabul edilen İskitler ise M.Ö 800 yılında varlık gösteriyor. Bazı araştırmalar uygarlığın kökeninin çok daha eski bir zamana ait olduğunu iddia etmekte. Ancak ilk yazılı Türk tarihi kaydı olan Orhun Kitabeleri 735 yılına aittir. Yani mitoloji ve bilgelik sözlü şekilde kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.


Maalesef Türk mitolojisi okul kitaplarında çok kısa bir şekilde geçiştirilirdi. Şu anda hala öyle mi açıkçası bilmiyorum. Ancak mitoloji meraklıları genelde Yunan, Mısır, İskandinav mitolojilerini okuyarak bu tutkuya kapılırlar. Oysa ki kendi kültürlerine ait devasa bir evrenin olduğunu ilk başta bilmezler. Çünkü bu kavramın derinliği ve önemini gözlerinin önüne getirecek bir mekanizma da pek yoktur. Neyse ki son yıllarda bu konuyla ilgili gerçekten güzel kitaplar yayınlanmaya başlandı, keza çeşitli videolar da çekiliyor. Umarım devamı gelir.

Bu yazıda size Türk Mitolojisindeki bazı önemli figürleri tanıtmak istiyorum.

TENGRİ: (Tanrı, Gökyüzü) Orhun yazıtlarında ilk çözümlenen kelime budur. Baş yaratıcı güçtür. Tengricilik bir inanç biçimidir. Tengri’nin diğer göksel varlıklardan ayrıldığı en önemli konu kişiselleştirilmemesidir. Yani diğer tüm varlıkların insani bir görüntüsü vardır, ancak Tengri’nin yoktur. Tengricilik animizm kökenlidir ve doğadaki her şeyin bir ruhu olduğuna inanılır. Tengri baş ruhtur ve her şeyin toplamıdır. Sonsuz mavi gökyüzü ile tasvir edilir, Gök Tanrı deyişi buradan gelir. “Sonsuz Gök” olarak da adlandırılır. Doğadaki dengeler, mevsimler hepsi onun iradesindedir. Ve Tengri tektir, çifti yoktur, yardımcısı da yoktur. Yaratılışın sembolüdür.


KAYRA HAN: Tengri’nin oğludur ve Türk mitolojisinde Tengri’den sonra en güçlü varlıktır. Göğün 17. Katında oturduğu söylenir. Türk kozmolojisi ve mitolojisinde en önemli konulardan biri olan “Yaşam Ağacını” kendisi dikmiştir. Göğüs katları bu ağaç üzerinde sıralanır. Bu ağaç dokuz dallı bir çamdır ve Kayra Han’ın dokuz tane ayrı kökten Türk ulusunun dünyaya yayılmasını istemesini sembolize eder. Tengri tüm alemi yaratmıştır, Kayra Han ise dünyanın yaratılış ve sonu hakkında söz sahibidir. Üç oğlu vardır: Ülgen, Mergen ve Kızagan. Ülgen; Kayra Han’ın merhamet ve iyiliğini, Mergen aklını ve bilgeliğini, Kızagan ise öfkesini ve intikamını temsil ederdi.

ÜLGEN: Ülgen Kayra Han’ın kıymetli oğludur ve göğün 16. Katında oturur. Türk kozmolojisinde Gök Âlemi 17, Yeraltı alemi 9 kattır bunun merkezinde “Dünyalar Ağacı” bulunur. Şamanların uygun eğitim ve koşullarda bu katlar arasında seyahat edebildiğine inanılırdı.  Ülgen gökyüzü ve hava olaylarıyla ilgilidir, yağmur, fırtınalar, gök gürültüsü onun eseridir. İnsanlara ateşi yakmayı öğretmiştir. Ak taşla kara taşı birbirine çalınca ateş oluşmuştur. Şimşeği bir silah olarak kullanabilir. Bu açıdan Zeus’la benzerliği vardır. Ancak karakter olarak alakasızdır. Ülgen insanlar ve hatta dünyadan çok uzaklarda yaşar. İki yanında iki parlak ak Güneş bulunur. Yedi oğlu, dokuz kızı bulunur.


ERLİK: İşte Ülgen’in meşhur belalısı. Her daim dualite-ikilik prensibi zamanın başından beri mitolojide, dinlerde ve tabii ki hayatta karşımıza çıkar. Her zaman iyinin karşısında kötü, aydınlığın karşısında aydınlık vardır. Erlik Türk Mitolojisindeki “Şeytan” figürüdür. Kötü ruhların başında olan varlıktır, dengeye karşılık kaosun sembolüdür. Yaşamın sonsuz döngüsünde yapım-yıkım, var olma-yok olma, düzen-kaos ikilemi her daim sürecektir. Erlik yeraltı diyarında karanlık çamurdan sarayında yaşar. Yeraltı diyarı cehennemdir diyebiliriz. Yeraltı diyarının tasviri Yunan Mitolojisinde Hades’in efendisi olduğu Tartaros’a benzer. Erlik insan gözyaşlarından oluşan dokuz kollu Toybodım Nehrinin kenarındaki sarayında yaşar. Yanlış yola düşen ruhlar burada çile çeker. Erlik’in oluşturduğu kaosu genelde Ülgen ve kardeşleri düzeltir. Erlik’i yaptığı yanlışlar sonucu ulu Kayra Han yer altına sürmüştür.

Törüngey ile Eje’nin hayat ağacından yasak meyve yiyip Kayra Han’a itaat etmeyip cezalandırılmasına sebep olmuştur. Bu olay yasak elmayı Şeytan’ın kışkırtması ile yiyen Adem ve Havva’nın cennetten kovulmasının Türk Mitolojisi versiyonudur. Eje’nin çocuklarından insan ırkı oluşmuştur.

UMAY ANA: Göklerden inen gümüş saçlı bir kadın, kanatlı bir kuş kadın olarak da temsil edilen Umay Ana’nın üç boynuzlu tasvirleri de bulunur. Beyaz bir elbisesi vardır, adeta bir melek gibidir. Umay Ana iyilik, doğum ve bereketin sembolüdür. Çocukların koruyucusudur, çocuğu olmayanlar Umay Ana’ya dua ederdi. Dünyaya bir kuğu veya beyaz bir at olarak da iner, bu ikisi kutsal hayvanlarıdır. Umay, “Humay” olarak da söylenir ve cennet kuşu olarak bilinen Hüma kuşu ile de özdeşleştirilir. Umay kelimesi rahim ve plasenta ile de bağlıdır. En önemli eski Türk inanç motiflerinden biridir. Ece (Kraliçe) olarak da geçer. Mısır mitolojisinde İsis ile benzeşir.


AK ANA: Tengri alemi, Kayra Han dünyayı yaratırken ilk başta sudan başka hiçbir şey yoktu. Ak Ana suların kızıdır ve oradan dünyaya gelmiştir. Cismani değil ışıksal bir bedeni olduğuna inanılırdı, tasvirleri denizkızına benzer. Ülgen’e yaratma ilhamını veren varlıktır. Sudan tüm dünyaya ruh vermiş ve yaşamı başlatmıştır. Yaşamın suda başlaması adına da bu detay oldukça anlamlıdır.

MERGEN: Mergen, Kayra Han’ın bir diğer evladıdır. Kendisi de göğün yedinci katında ikamet eder. Tüm bilgilere sahiptir, ariftir, ilimlere hakimdir. Eski gözlüdür, hızlıdır ve okçudur. Mergen “Okçu” anlamına gelir. Denge bozulduğunda sorunları çözer, karanlığın güçlerine kafa tutup onları yenebilir. Bu bağlamda zeka ve ilimler odağı sebebiyle Mısır Tanrısı Thoth, Yunan tanrısı Hermes ile benzerlik gösterir. Tıpkı Hermes gibi Mergen de diğer tüm göksel varlıklar arasında haberleri taşırdı. “Her şeyi bilen” olarak da geçer. Şaman ve ilim yolundakiler aklını ve kalbini açması için Mergen’e dua ederlerdi.

SUYLA HAN: Yazgının efendisi. Güneş ve Ay ışıklarından yaratılmıştır. Ülgen’in en önemli adamlarından biridir, ona sonsuz sadakati vardır. Suyla Han insanların kaderini bilir. Bir nevi amel defterleri tutan ve melekler gibi. Kişinin kaderini görür, aynı zamanda ölümden sonra hangi diyara gideceğini de bilir. İnsanları korumak en önemli görevidir. Şamanlar göksel katlara çıkar, göksel varlıklara ulaşmaya çalışırlardı. Bu yolculuk esnasında Suyla Han gerçekten iyi ve kalbi inanç ile dolu olan şamanları kötü ruhların saldırısından korurdu.

KIZAGAN: Kayra Han’ın diğer oğlu Kızagan göğün dokuzuncu katında yaşar. Savaşçıdır, çok güçlüdür. Tam anlamıyla bir savaş tanrısıdır. Bir Mars sembolüdür, nitekim giysileri de her daim kırmızı renkte tasvir edilir. Nitekim Türk kozmolojisinde dokuzuncu katı temsil eden gezegen de Mars’tır. Kızagan göksel orduları yönetir, insanları kötülüğün saldırılarına karşı korurken ruhlarına da cesaret verir.

AYIZIT: Güzellik ve dişilik tanrıçası. Mısır Mitolojisinde Hathor, Akad mitolojisinde İştar’a çok benzer özellikleri vardır. Çocuğa ruhunu verdiğine inanılır. Ayızıt diğer benzerlerinin aksine kadınsı özelliği pek vurgulanan bir figür değildir, daha anaç bir yapıdadır. Çocukları, hayvanları ve kadınları korur. Kuğu ile Ayızıt da ilişkilendirilmiştir bu bağlamda Umay Ana ile Ayızıt dönem dönem aynı kişi gibi düşünülmüştür. Ayızıt “Altın Kitap” denen kutsal emanetin sahibidir. Bu kitap içerisinde tüm insanların kaderleri mevcuttur.

YAYIK HAN: Elinde Yay, bir ejderha ile olarak tasvir edilir. Ejder kelimesi Türk Kozmolojisinde aynı zamanda evren anlamına gelir; bildiğimiz mitolojik figür haricinde de derin anlamları bulunur. Ancak aşikârdır ki birçok kültürde olduğu gibi bizde de Ejderleri yenen kahraman figürü mevcuttur. Irmak ve göllerin tanrısıdır, 17 ırmağın buluştuğu yerde yaşar. 17 sayısı zaten gerek gök katlarının da sayısı olması sebebiyle Türk mitolojisinde çok önemlidir. Suların ruhudur ve dünyadaki tüm sular ona aittir. Bereketi getirmesi için ırmak kenarlarında Yayık Han için törenler yapılırdı. Su yılanı ve ejderha formuna girebilir.
Türk Mitolojisinde çok fazla sayıda göksel figür bulunur. Burada en önemli figürlerden bazılarını tanıtmak istedim. Şimdi de kısaca Türk kozmolojisinde dünya ve hayatın oluşumunu inceleyelim.


“Yaratılış destanı” değme Tolkien eserine taş çıkaracak güzellikte ve epiklikte bir öyküdür. Yüzüklerin Efendisi benzeri bir prodüksiyonla çekilse çok heyecanlanırdım açıkçası. :) Kısaca özetlemek isterim.

En başta Kara (Kayra) Han tek başına yeryüzündeydi. Yeryüzü sadece sularla kaplıydı. Kara Han yalnızdı ve sıkılıyordu. Suların içerisindek Ak Ana çıktı. “Yarat” dedi ve “Kişi” denen ilk insan oluştu. Kara Han ve Kişi birlikte suyun üzerinde uçmaya başladılar. Ancak Kişi denen şahıs insanın tipik özelliği olan hırsa sahipti ve Kara Han’dan daha yükseğe uçmak istedi. Kara Han Kişi’nin bu hırsına kızdı ve uçma yeteneğini ondan aldı. (Bir nevi Icarus’un uçuşu ve düşüşünü andıran bir yapı) Böylece insanoğlu göklerde kuş gibi uçabilme yeteneğini kaybetti. Kişi gücü elden gidince suya düştü ve boğulmaya başladı. Aklı başına gelen Kişi bu sefer Kara Han’a canını kurtarması için dua etti. Kara Han da ona acıdı ve Kişi’nin sudan yükselmesi emretti. Yani dakika bir gol bir insan yaratılışta tanrıyla uçma şansını kaybedip hırsına kapılmıştı. (Bir nevi cennetten kovulma, Dünya’ya sürülme metaforu olarak düşünebiliriz)

Kara Han, denizden bir yıldız yükseltti. Kişi bunun üzerinde oturunca suya batmayacaktı. Kişi uçma gücünü kaybettiği için Kara Han dünyaya form vermeye karar verdi. Kişiye suya dalıp toprak çıkarmasını emretti. Kişi suya dalarken hala akıllanmamış ağzına bir parça kutsal toprak saklamıştı çünkü Kara Han’ın iradesinden bağımsız kendine ait gizli bir dünya yaratmak istiyordu. Bu motif de Prometheus’un Tanrılardan ateşi çalmasına benzer ama burada Kişi kendi kişisel çıkarları için toprağı saklamıştır insanlara yardım için değil. Özetle Türk mitolojisinde “insan” en başından hırslı ve kusurlu olarak betimlenmiştir.


Kişi çıkardığı toprağı su üzerine serpti ve Kara Han emredince toprak büyüdü, Dünya’ya dönüştü. Dünya başta engebesiz dümdüzdü. Ama Kara Han “Büyü” emrini verince Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeye ve onu boğmaya başladı. Kara Han yine sabırlı ve nazik bir adammış ki Kişiye tükürmesini emretti. Kişi bunu yapınca ağzından fırlayanlar bataklık tepeler oluşturdu. En sonunda yaratılışının ahengi bozulan ve tepesinin tası atan Kara Han ona itaat etmeyen bu kişiye Erlik (Şeytan) ismini verdi, huzurundan kovdu ve lanetledi. Erlik göksel katlardan sürüldü. Kara Han bundan sonra dokuz dallı bir çam ağacı yarattı ve her dalın katında bir insan belirdi. Bu dallar dokuz insan ırkının atalarını temsil eder.

Erlik tabii ki boş durmamış yeni yaratımları da kendisine istemişti. Kara Han onu bu sefer onu yeraltı dünyasına sürdü. Tıpkı Şeytan gibi Erlik de Kara Han’a olan öfkesi sebebiyle insanoğlunu yoldan çıkarmaya çalışıyordu. Kara Han insanlara Erlik’e kandığı için kızgındı ve bu sürece müdahale etmedi. İyice havaya giren Erlik kendisine bir gök yarattı ve kandırdığı ruhları oraya yerleştirdi. Onlara daha iyi imkanlar sundu. İşler çığrından çıkınca Kara Han Erlik’in kaçak dünyasının göğünü tepesine yıktırdı. Gök yarılıp yere düşünce de dağlar, ormanlar ve boğazlar meydana geldi.


Erlik’in yaptıkları bunla kalmadı ilerleyen dönemde Kara Han’ın oğulları Ülgen. Mergen ve Kızagan onunla savaştılar. Türk kozmolojisinde aydınlık ve karanlığın savaşı motifi oldukça belirgindir. Varoluşta her zaman düzen ve kaos iç içedir. Kara Han bizim tanrısal ve erdemli yönümüzü temsil ederken Erlik dünyevi ve karanlık yönümüzdür. İnanışa göre bir şamanın da bir insanın da asıl amacı göksel yönüne doğru ilerlemek, Dünyalar Ağacından yukarılara tırmanarak göksel varlıkların huzuruna çıkabilmektir.

Sayısız kültürde olduğu gibi bizde de âlemleri bir ağaç birbirine bağlar. “Dünyalar Ağacı” diye geçen yaşam ağacı kozmolojinin temelini oluştur. Nitekim doğanın en kadim ve güzel yaratımı olan ağaç nerdeyse her kültürde kutsaldır. İskandinavya’dan Mısır’a, Sami ülkelerinden Türklere sayısız mitolojide alemleri birbirine bağlayan kutsal bir yaşam ağacının olması bunun ne kadar güçlü bir evrensel sembol olduğunun kanıtıdır.

Konumuz çok uzun ve çok derin. Şimdilik burada ara verelim. :)

9 Nisan 2020 Perşembe

Açık Büfe


Hep beraber bir izolasyon sürecinden geçiyoruz. Pek tabii bu durum insan ilişkilerine de yansıyor. İletişimimiz genel olarak telefonlar ve görüntülü bol ekranlı programlar üzerinden. Belki çok basit görünen bir iş ama arkadaşımızla oturup bir fincan kahve içmek bile lüks. Hatta şu anda cazip bir hayal… Çünkü erişemiyoruz ve mahrumiyet altındayız.


Mahrumiyet çok sihirli bir kelimedir aslında. Bir şeyin ulaşılmaz olması, kolay tüketilememesi her zaman daha büyülü ve caziptir. Misal ben kaset çağı çocuğuyum. Sevdiğim grubun bir kasetini almak ben ergenken çok büyük bir olaydı. Şimdiki gibi tek tuşla binlerce grubun tüm diskografisine tek tuşla ulaşamadığımızdan o kasetin anlamı her şeyden büyüktü. Defalarca o şarkıları dinler, kartoneti en ince detaylarına kadar inceler, bir yandan bir sonraki kasetin hayalini kurarak harçlık biriktirirdik. Belki de benim ve öncesi jenerasyonların müziğe bu kadar –hatta aşk düzeyinde- düşkün olma sebeplerinden biri de budur. Çünkü önünüzde binlerce şarkı varken hepsinin değerli olması imkansızdır. Ancak kısıtlı seçenek ve bir hayal varsa işte o şey bir anda epikleşir. İnsan ilişkilerimiz de yeni çağda bu şekilde. Herkes açık büfede tabağını tepeleme dolduruyor, geride yarısı yenmiş yiyecekler kalıyor.

Açık büfenin ana motifi tensellik değil her şeyin “açıkta” olması. Konu paylaşım boyutunun inanılmaz büyüklüğü. Mesela bir insan sizden hoşlandığı anda sosyal medya hesabınıza erişerek saniyeler içerisinde nelerden hoşlandığınızı, giyim tarzınızı, gittiğiniz yerleri ve ilgi alanlarınızı öğrenebiliyor. Stalk bu çağın bir gerçeği neticede. Ve sonuçta insanı en fazla yükselten şeylerden biri olan “merak” duygusu en baştan solmaya başlıyor. Eskiden defalarca sürecek sohbetlerle keşfedilecek konular zaten fabrika ayarlarında yüklü. İlk buluşmada karşı tarafa çaktırılmamaya çalışılsa da stalk sayesinde kişi karşısındaki insanı ondan iyi tanıyor olabiliyor. :)

Diğer konu zaman. Elimizde telefonlarımız bip bip Whatsapp, Instagram, Telegram ne varsa her yerden ulaşılmamız mümkün. Bir mektubun yolunun gözlendiği dönemlerde değiliz. Bir kişiden çok hoşlanıyorsak heyecanlanıyor ve bir anda günde 25 saatimizi o insanla konuşarak geçiyoruz. Bu başta hoş bir şey olsa da yine gizem soluyor, merak duygusu azalmaya başlıyor. En sonunda “Uyudun mu?” seviyesine geliniyor. Çağın gerçeği bu elbette telefonlarımızı çöpe atalım demiyorum ama her saniye ulaşılabilir olmak, her saniye bir insanla paylaşımda olmak da bir süre sonra yine ilişkiyi zipli yaşar hale getiriyor. En büyük yıldızlar en çok yakıt tükettiği için en hızlı patlayıp yok olanlardır. İlişkiler de sürekli yedinci viteste giden bir yarış otomobili gibi ilerlediğinden birkaç ayda benzini tüketiveriyor.


Rahmetli büyükannem eşiyle çok severek evlenmiş. O zamanlar flört denen hadise olmadığından evlenmeden önce rahatça gezip tozmaları tabii mümkün değil. Büyükannem benim gibi bir kitap kurdu ve gece gaz lambası açıp kitap okurmuş. Müstakbel eşi de bunu bildiği için her gece onun evinden geçer ve o lambanın ışığına bakarmış. Twitterda like alsın diye kurgu yapmıyorum, gerçek öykü. Her şeyin hızlandığı "bilişim" çağında sabır denen şeyi tamamen kaybetmiş olan bizler bir web sayfası saniyeler içinde açılmazsa sinirlenirken burada değil sevilen insanı onun ışığı görme hayali var. O ışığın bir kıymeti var. O ışığı kıymetli yapan da o insanın çok kıymetli olması. Değil bir insanı görmek, bir insanın ışığına bakmak, o anı hayal etmek bile inanılmaz bir büyü. Aslında biz her konuda sihri kaybetmiş olabilir miyiz?

Eskiden insanların Taksim abidenin önünde kalplerinin göğüs kafeslerinden çıkarak başka bir insanı beklediği zamanlar vardı. "Cnm yarım saat gecikiyorum sen bekle" yoktu. Zamanında gelmek vardı. Ki bu da bir saygı göstergesidir. Ve sadece konu insan değil. Bir kasetin, bir kitabın çok değerli olduğu zamanlar da vardı. 15 dakikada sana kitap özetleyeyim ara yüzleri de yoktu. Bunların hepsi aslında mahremiyet, yani Satüryen konular. Satürn’ün olmaması da aslında tüm bu anlattığım süreci oluşturuyor. Sınırsızlık bir süre sonra sıradanlık ve bıkkınlık getiriyor.

Bu çağda yaşıyoruz ve elbette Amishler gibi dünyadan kendimizi soyutlayamayız. Ama bir denge oturtabiliriz. Gerek insan ilişkileri, gerek kişisel zevklerde vitesi düşürebiliriz. Böylece hayattan daha fazla zevk alırken kendimize de daha çok zaman ayırmamız mümkün olur. Netflixte binlerce dizi ve film var, güzel olanlar da var ama etkisi ne kadar sürüyor? Oysa ki bu çağdan önceki Friends, Seinfeld gibi diziler hala efsane. Bunun tek sebebi bu yapımların çok süper yenilerin kötü olması mı? Hayır. O çağda sonsuz seçenek yoktu. Bu yüzden de yapımlar hem güzeldi hem de zor ulaşım sebebiyle insanlara epik bir gizem ve bağlılık taşıdılar. On yıl önce yayınlanan Aşk-ı Memnu'nun hala izlenme rekorları kırmasının sebebi yapımın kaliteli olmasının yanı sıra dijital çılgınlık çağı tam olarak başlamadan önceki son sansasyonel yapımlardan biri olması. Fabrikasyon üretimden önceki son çıkışlar. 


Sınır çekmek için taktik yapmaya gerek yok. Ancak bu sınırsızlığı doğru şekilde yönetir, kendi istediğimiz sınırları çizersek işte o zaman kendimiz Satürn olmayı öğrenmeye başlarız. Ve Satürn'den öcü gibi korkmamıza gerek kalmaz... Açık büfeye girsek bile tabağımıza yiyebileceğimiz kadarını koyarsak eğer ne mide fesadı geçirir ne de bıkkınlık yaşarız. Bunu istersek yapabiliriz. Hayattan daha fazla zevk alabiliriz. Deneyimimiz gelişirken kendimizi de yeniden keşfedebiliriz.

Kaybetme korkuları veya doyumsuzluğun güdümüne girmeden sınırları çizmek insanı kısıtlamayacak bilakis özgürleştirecektir. Çünkü sonsuzluk da bir illüzyondur, mutlak sonsuz günün sonunda mutlak hiçtir. Sonsuz seçenek, günün sonunda sıfır seçenektir. Oysa ki her tekilliğin içerisinde bilinmeyen sonsuz bir dünya vardır. 

Ve biz tüm sırra vakıf olmadığımız sürece de orada bir yerde hep bilinmez ve keşfedilmeyi bekleyen bir şeyler olacak…


Not: 2015'ten beri bloguma ara vermiştim. Kısmet karantinada tekrar başlamakmış. :)

17 Ocak 2015 Cumartesi

The Truman Show

Bazı filmler üzerinden yıllar geçse de güzelliğinden bir şey kaybetmez. Truman Show da onlardan biri.

Filmin odağı "Biri bizi gözetliyor" teması olsa da aslında asıl işlevi hepimizin "normal" hayatlarına acımasız bir ayna tutmak.

İlk bakışta Truman'ın gayet "iyi" bir hayatı var. Güzel bir eş, güzel bir masabaşı işi, iyi niyetli komşular. Bunun yanında ev için mortgage borcu, araba için kredi, bir kaç seneye çocuk yapma projesi. Hepsi bilindik şeyler.


Ancak Truman'ın hepimizde olan bir özelliği daha var, belki onun kişiliğinde bu daha da baskın: Keşfetmek istiyor. Yeni yerler görmek ona mükemmel hayat olarak sunulan kısıtlı alanın dışına çıkmak istiyor.

Slyvia karakteri aslında bir tetik. Herkesin hayatında yaşadığı normal ve sakin düzeni aslında temelde koruma içgüdüsü mevcut. Çünkü bu şekilde risk almaya ya da alışık olduğumuz güvenli alanı değiştirmek için efor sarfetmeye gerek yok. Ancak Truman daha okuldayken Slyvia'dan etkileniyor, hatta aşık oluyor. Ancak belki de bu "tehlikeli" olduğu için yapımcılar onun önceden seçtikleri Meryl ile evlenmesini istiyor ve başarıyorlar.

Gene de Truman Slyvia'yı unutamıyor ve ilk arzusu kızın gittiğini söyledikleri yer olan Fiji'ye ulaşmak. Topladığı dergilerden onun yüzünü oluşturmaya çalışıyor.


Bazı insan ve olayların yarattığı etkiler tüm bu güvenli alanları kırma arzusu uyandırabiliyor. Ancak genel olarak yaptığımız şey kendimizi şu anda koşulların bu değişikliğe uygun olmadığına kendimizi inandırmak ve sonra da bir içki masasında hayallerimizden bahsetmek.

Truman ne zaman keşfetmek farklı bir şey yapmak istese karısı karşısına geçip ödenmesi gereken kredi borçlarını, yakında doğmasını istediği bebeğini anlatıyor. Ev, araba, çocuk üçgeninde hayallerinden sonsuza dek uzaklaşarak sürekli düzenini koruması gerektiği Truman'a yakınları tarafından sürekli hatırlatılıyor. Fazla dışarıyı düşünmemesi için de çocukluğunda babası "öldürülerek" kendisine "su" korkusu veriliyor, ayrıca da uçakların güvensizliği sürekli vurgulanıyor.

Bir insanı babasının ölümünden sorumlu tutarak onun içine bu korku ve suçluluğu yerleştirmek nasıl bir zalimliktir diye düşününce insanın aklında sayısız medya kurbanı geliyor.


Tabii Christof'tan da bahsetmek lazım. Truman Show'un "yaratıcısı". Sufleleriyle tüm karakterleri kontrole eden, kamera açılarını ve doğa olaylarını düzenleyen kişi. Truman yaratıcısına karşı çıkarken adeta tanrılara ve düzene isyan eden Prometheus gibi. Ancak yaratıcısının bir sözü de çok manidar: Sana yarattığım dünya dışarıdakinden daha kötü bir yer değil aksine daha güvenli bir yer.

Ancak Truman her şeye rağmen oradan gitmek isteyince Christof'un da bir işi kalmıyor.

Aslında Meryl ve Marlon'un da psikolojilerini incelemek ayrı bir film konusu olurdu. Özellikle de yedi yaşından beri şovun içinde Truman'ın en iyi arkadaşı rolünde olan Marlon'un gerçek ruh halini merak ediyorum. Truman bir yalanın içinde bilmeden yaşarken Marlon 23 yıldır bu yalanın içinde bilerek yaşamaya devam ediyor.


Bir diğer konu da reklamlar. Truman'ı her gün panonun önüne itekleyen ikizler, karısının ve arkadaşının ürün yerleştirme çalışmaları, hepsi son derece dikkat çekici. Rahatsız edici ve gerçek.

Ve Truman'ı an be an takip eden insanlar. Hepimiz gözetlemeyi seviyoruz. Show bittiğinde gelen soru: Televizyon rehberinde başka ne var? Uykuya devam.


Hepimiz kredi kartı borçlarımızı öder, aslında hep yapmak istediğimiz işi, seyahati, hayali bir başka "koşulların uygun olduğu güne" erteler, aslında bize hiçbir şey katmayıp öyle gittiği için öyle gitmesi gereken her türlü insani ilişkinin içinde yuvarlanırken şu soruyu da sormadan edemiyorum: Truman'ın filmin finalinde duvara çarpıp "gerçek" dünyaya döndükten sonra nasıl bir hayatı olacak? Slyvia'ya kavuştuktan sonra hikaye nasıl bitecek? Yoksa onlar da bir süpermarkette yeni çıkan müthiş özelliklere sahip ekstra süper yumuşatıcı hakkında kavga mı edecekler?

Cevabı siz de biliyorsunuz.

11 Ocak 2015 Pazar

Gone Girl

Sonunda izledim. Öncelikle filmin en iyi yanı seyir esnasında filmle ilgili düşüncelerinizin anlık değişebilmesiydi.

Tüm yazı spoiler içerecek.

Hikaye "Issız Adam" tadında gayet poz, zeka dolu olması amaçlanmış bir flört sahnesi ile açılıyor. Akabinde başlayan peri masalının başlangıcı, bozulması; giderek ilgisizleşen duyarsız koca ve kaybolan zavallı masum karısı, hadi bu duruma üzülelim diye düşünürken gelen hafif sıkıntı duygusu ve bam!

Olay çok başka yerlere gidiyor.


Beni asıl heyecanlandıran ve ilgilendiren filmin birden çok zeki ve psikopat bir kadının intikam öyküsüne dönüşmesi değil aslında "Mükemmeliyetçilik" ve "Narsizm" kavramlarını gerçekten çok iyi anlatması oldu.

Detaylarla başlayalım; Amy "mükemmel" bir kız. Gayet zeki, parlak diplomaları var, iyi bir aileden geliyor, güzel, çekici vs vs. Ancak bunlar ailesine yetmemiş ki kızlarının kendilerince "eksik" kalan başarılarını da başarı öyküsüne dönüştürerek bizdeki Ayşegül serilerine benzeyen "Amazing Amy" isimli örnek kız çocuğu modellemesi yapan bir çocuk kitabına dönüştürmüşler. Amy, aslında Amazing Amy'den nefret ediyor çünkü onun eksik bıraktığı ya da ilgilenmediği her şeyi çizgi karakteri başarmış durumda. Sürekli mükemmeliyetçilik ile güdümlenen hayatı haliyle kendisinden asla memnun olmayarak geçiyor.


Önceki paragrafı aslında Amy bir kader kurbanıydı ondan bu hale geldi diye almayın sakın. Kadın bildiğin ruh hastası, narsist ve ciddi değer sorunları var. Ayrıca zekasına ve kendisine duyduğu abartılı hayranlık yüzünden de kendisine istediği değeri göstermeyen kişilerden çok sert intikamlar alıyor.

Madalyonun diğer yüzüne bakalım: Nick Dunne. Taşradan geldiği için kendisiyle ilgili sürekli yetersizlik hisseden, patlama anlarında bunu sıkça dile getiren, Lifestyle dergilerinde yazmasına ve sürekli kendisini daha parlak bir şekilde pazarlamasına karşın aslında ciddi şekilde kompleksleri olan bir insan. Aslında tam bir tencere kapak durumu. Tek fark Amy bunu çok abartılı bir narsizm ile verirken Nick bunu umursamazlık ve tamamen kendi isteklerine odaklanarak yapıyor. Aslında bizim Issız Adam'ı andırıyor bu yönleriyle de.


Nick tam Amy, Amazing Amy'den belki en çok nefret ettiği anda - "Düğün" sahnesi - herkesin ortasında ve kadını son derece onore eden bir şekilde evlenme teklif ediyor. Kadının çığlık atan özgüven eksikliği bir anlığına tatmin oluyor. Nitekim filmin sonlarına doğru ne kadar Nick'in yalan söylediğini bildiğini söylese de Nick televizyona çıkıp onun ne kadar muhteşem olduğu ve onu ne kadar çok sevdiğini söylediğinde gözlerinin nasıl parladığını görüyoruz.


Filmin tüm gidişatı değiştiren sahnesi: Amy'nin arabayla giderken planlarını anlattığı an. Aslında tüm kadınların asla unutmaması gereken gayet sert ve doğru cümleler kuruyor:

Nick loved a girl I was pretending to be. "Cool girl." Men always use that as their defining compliment. "She's a cool girl." Cool girl is hot. Cool girl is game. Cool girl is fun. Cool girl never gets angry at her man. She only smiles in a chagrined, loving manner... And then presents her mouth for fucking. She likes what he likes. So evidently, she's a vinyl hipster who loves fetish manga. If he likes girls gone wild, she's a mall babe who talks football and endures buffalo wings at Hooters. When I met Nick dunne, I knew he wanted cool girl. And for him, I'll admit, I was willing to try. I wax-stripped my pussy raw. I drank canned beer watching Adam sandler movies. I ate cold pizza and remained a size two. I blew him semi-regularly. I lived in the moment.

I was fucking game. I can't say I didn't enjoy some of it. Nick teased out of me things I didn't know existed. A lightness, a humor, an ease. But I made him smarter. Sharper. I inspired him to rise to my level. I forged the man of my dreams. We were happy pretending to be other people. We were the happiest couple we knew.

And what's the point of being together if you're not the happiest?

But Nick got lazy. He became someone I did not agree to marry. He actually expected me to love him unconditionally. Then he dragged me, penniless, to the navel of this great country... And found himself a newer, younger, bouncier... Cool girl. You think I'd let him destroy me and end up happier than ever?

No fucking way.

He doesn't get to win. My cute, charming, salt-of-the-earth, Missouri guy. He needed to learn.
Grown-ups work for things. Grown-ups pay. Grown-ups suffer consequences.



Sıkılmadan okuduysanız bence burası filmin özetiydi. Kadın-erkek genel olarak kendimizi daha "cool" bir şeye çevirmeye uğraşıyoruz. Süslü ve çok mutlu sosyal medya resimleri yüklüyoruz, hep çok eğleniyoruz ve hep harika hissediyoruz. Sürekli dünyadan daha çok  ilgi ve "like" istesek de aslında bu hiç umrumuzda değilmiş gibi davranıyoruz.

Acı ama genelde kadınların çok sık yaptığı bir şey olan birlikte oldukları erkeklerin ilgi alanlarına sevmeseler de uyum sağlamaya çalışmaları ve onların istedikleri gibi davranmaları en sonunda patlama ile sonuçlanıyor. Amy'nin uzun uzun anlattığı şey sırf onu daha çok sevsin diye nefret ettiği halde Fenerbahçe maçına gidip tezahürat yapan bir kadının bastırılmış öfkesinden farklı değil. Amy'nin filmde aldığı intikam kadın erkek fark etmez aslında bir çok insanın zihninden geçen şeyler.

Ancak pek tabii ki kimse kimseyi zorla dönüştürmüyor, buradaki temel dürtü daha çok sevilmek ve dövgü almak, esasen tamamen egosantrik bir konu. Ancak kim olursanız olun bir ilişki için yeterince dönüşüp başka bir şey olduğunuzda ve karşı taraf istediğiniz kadar efor sarfetmediği anda işte o zaman ip kopuyor.


Nitekim Nick de kırsala yerleştikten sonra salıyor, hatta kendisine başka bir sevgili buluyor. Ve en sonunda karısından tamamen kopmak istese de para pul meseleleri ve korkaklıktan bunu yapamıyor. Hep bir bahanesi var. Öyle ki filmin sonunda psikopat olduğunu bildiği karısı ile elele gülücükler atmaya devam ediyor.

Bir parantez açalım: Amy'nin erkek seçimleri de son derece dikkat çekici. Nick tam istediği "yükseltebileceği" bir adam. Ona göre daha "düşük seviyede", kırsaldan geliyor, "kinoa" nedir bilmiyor. Amy, Nick'i "yükselterek" kendi egosunu besliyor. Lisedeki sevgilisi Desi ise bunun tam tersi. Belki de Amy'den de fazla bir kontrol manyağı, mükemmeliyetçi, zengin ve kültürlü. Amy onun yanında yetersiz hissediyor. Nitekim Desi'ye sığında adamın ilk işi kadını eski "muhteşem" haline döndürmek oluyor. Zaten Desi'ye sığındıktan sonra onunla aslında "kendi seviyesine uygun" bir şekilde zaman geçirse de adamdan ne kadar tiksindiğini görüyoruz.

Daha önce komplo kurduğu hipster sevgilisi ise Nick'e benziyor ancak O da affedilmeyecek bir hata yapıyor, Amy'den sıkılıyor. Ve bir anda tecavüzcü oluyor, hayatı kararıyor. Amy bu tür adamlara kravat alarak, onları daha sofistike ortamlara sokarak kendince kendisine layık hale getiriyor.  Zaten tiradında da bunu kendisinin yaptığından ne kadar emin olduğunu görüyoruz. Ancak istekleri yerine getirilmediğinde ise hiç uzlaşmacı değil, derhal adamların hayatlarını mahvediyor.

Amy çok değer verdiği varlığını korkmayıp sonlandırabilseydi eşi idam cezasına çarptırılacaktı. Ancak kendisine bu kadar aşık bir kadın kendisini nasıl öldürebilirdi ki?

Bu kısmı önemle vurgulamak lazım, film kesinlikle "kadınlar kötüdür" mesajı vermiyor. Amy de Nick kadar kötü, Nick de Amy kadar. Birbirilerine gerçekten yakışan bir çift. Sahte, yetersiz, parlak ambalajlı.


Film diğer taraftan medyanın iğrençliği, bir insanın yeterli medya desteğiyle bir gün nefret objesiyken ertesi gün nasıl herkesin sevgilisi olabileceğini, kızları kayıpken bile ailesinin hala kendi markalarını pazarlamaya çalışmalarını, hangi ülkeden olursak olalım mide bulandırıcı ve sahte dramaları ne kadar çok sevdiğimizi de gösteriyor.

Yazının en başına dönersek mükemmeliyetçilik ve narsizm filmin en önemli iki sütunu. Tüm öykü buradan şekilleniyor aslında. Photoshoplarla 36 bedenlere, pürüzsüz ciltlere, muhteşem kaslara sahip adam ve kadınlar, yeme bozuklukları çeken ama çok mutlu olduğunu söyleyen mutsuz insanlar, sürekli gülümseyen ve çok eğlenen ama aslında içlerinden sadece ne kadar acı çektiklerini bilenler, iğrenç giden ilişkilerini sırf herkesçe dışarıdan çok güzel görünüyor diye devam ettirenler... Hepsi bizim bir parçamız. Hepsi medya ve reklamla ailemiz ve sevdiklerimiz yoluyla bize dayatılan şeyler.


Sürekli harca, çünkü aldığın şeyler bir süre sonra yetmeyecek, yetse de sıkılacaksın. Daha çok spor yap çünkü çirkin olursan seni kimse sevmez. Her zaman çok farklı ve eğlenceli görün yoksa insanlar seni sıkıcı bulur. Asla yalnız kalma çünkü insanlar yalnız insanları sevmez. Hep mutlu, hep canlı ve hep sağlıklısın.

Hepsi koca bir yalan. Ve biz bu yalana inanmayı ne kadar inkar edersek edelim çok seviyoruz.

Televizyonundan internetine her yerde bangır bangır herşeyin geçiciliği anlatılırken aslında kalıcılığın gücünü hissetmeyi denemek belki de yapılması gereken. Her türlü bizi daha çok yemeye, içmeye, tüketmeye zorlayacak bir yol olsa da en azından "gerçek" olmayı denemek de atılabilecek büyük bir adım.

Güzel filmdi. Happily ever after.

2 Ocak 2015 Cuma

Marco Polo

2015'in ilk yazısını son dakika golü atarak 2014'te izlediğim en iyi yeni yapım diyebileceğim Marco Polo hakkında yazmak istedim.

10 bölümü yavaş tempoyla izleyerek üç günde bitirdim. Hızlı tempoda kesin bir günde biterdi. O kadar akıcı ve güzel geldi.


Her daim uzakdoğu kültürünü severim ancak babamın da etkisiyle Moğol kültürüne özel bir sevgim var. Silahlarına, mimarilerine ve en önemlisi müziklerine. Mongol isimli filmde keşfettiğim Altan Urag grubunun(Moğolistan usülü Apocalyptica diyebiliriz) da Ijii Mongol gibi parçalarıyla dizide yer almaları ayrıca hoşuma gitti. Bundan sonrası spoiler içerecek.


Dizinin adı Marco Polo ancak tüm hikaye karakterin ana ekseninde dönmüyor, bu kesinlikle bir artı. Arada kalp kırsa da hizmetine girmek istediğim Kubilay Han başta olmak üzere Yüz Göz (Hundred Eyes) gibi müthiş bir reis shifu, Sidao gibi müthiş ve felsefik bir kötü, Byamba gibi saf bir delikanlı ve Topal Yusuf gibi karmaşık gerçekten iyi çalışılmış karakterler izliyoruz.


Dizi sayısız şık kılıç dövüşü ve Kung-Fu sahnesi içeriyor. Özellikle final bölümünde Shifu reis ile Sidao'nun dövüşü muhteşemdi, kendimden geçtim. Shifu'nun Sidao'nun en büyük gücü olan peygamber devesi disiplinine geçerek onu yenmesi gerçekten olağanüstüydü.


Çok hoşuma giden diğer bir detay da üstad Yüz Göz tarafından eğitilse de klasik dövüş filmlerindeki gibi Marco Polo'nun bir aylık hızlandırılmış Kung-Fu kursu sonunda hocasını dövememesiydi. Adamlar hayatlarını vermiş bu işe olur mu öyle? Nitekim Sidao'yla kapışınca da hemen cortladı. Olması gereken de bu.

Ufak bir rolde The Matrix Reloaded ve Revolutions tanıdığımız Seraph'ı (Collin Chou) görmek güzeldi. Gene de Sidao tarafından hemen harcanmasına biraz bozuldum.


Dizinin benim için en ilginç karakterlerinden biri kendini idealleri için feda eden Kubilay Han'ın baş veziri Topal Yusuf'tu. Yanında sinsi sinsi takılan şerefsiz hazine bakanı Ahmet'in foyası çıkmadığından yeni sezonda neler yapacağını hep beraber göreceğiz.

Bunun dışında Kubilay Han'ın sürekli mızmızlayan kompleksli oğlu (son dakikada akıllanır gibi oldu neyse) Jingim Ido'nun aynısı değil de ne?


Atlar, kılıçlar, savaşlar ve yine savaşlar ilgi alanınızdaysa bu diziyi kaçırmayın derim. Özellikle bozkır sahnelerinde insanın oralara gidesi dağ bayır koşturası geliyor, bir şekilde kan çekiyor demek ki.

Sevenleri için de son olarak Altan Urag'ın müthiş parçası Ijii Mongol'u da ekleyelim:


28 Aralık 2014 Pazar

I Hate Clara Oswald

Bu başlığı seçtim çünkü gerçekten üzgünüm ve hatta kızgınım. 

Doctor Who hayatımda en sevdiğim ve an be an takip ettiğim dizilerden beri. Retro havalı düşük bütçeli döneminden son yıllardaki süslü ve epik haline kadar.

Russell T. Davies sonrası Moffat diziyi katlediyor döneminde bile diziyi hala sevdim, hatta savundum ama bugün itibariyle karar verdim ki, ben maalesef bu diziyi izlemeye artık dayanamıyorum ve devam edemeyeceğim.

Noel özel bölümü Last Christmas Inceptionvari senaryosuyla aslında hiç fena bir bölüm değildi ama Clara denen gerizekalı karakteri, Danny mıymıylarını, Doctor'a olan salak afra tafrasını ve finalde seyirciyi duygulandırmaya çalışsa da bana sadece bir Mature pornosu introsu hissi uyandıran aptal romantik anlarıyla değil bölümden etkilenmek konsantre bile olamadım.


Clara karakterinin giderek saçmalaması ve diziye yayılmasını iki sezondur dehşetle izliyorum. İlk başta Matt Smith ile döneminde bu kadar da itici değildi esasen ama zaman ilerledikçe özellikle de Peter Capaldi'nin geldiği son sezonda adeta Clara Who dizisi izledik. İlk bölümlerde zaten bostan korkuluğu olarak gezinen Doktor adeta companion gibiydi. Doktoru aşağılayan, kimi zaman tokat atan, aptalca afra tafra yapan bu karakterin üzerine kendisi kadar eblek erkek arkadaşı ve hiç de hissiyat yaratamayan yapay duygusallıkları eklenince tam anlamıyla diziye tüy dikilmiş oldu. Bu sezonun finalinde üstelik karakteri canlandıran Jenna Louise Coleman'ın adının en başa yazılması ile bu kız BBC'nin sahibiyle mi çıkıyor diye düşünsem de gerçek hayatta Jon Snow rolünde tanıdığımız Kit Harrington ile birlikteymiş.

Zaten son derece zayıf bir sezon izledik. The Master'ın kadın olarak dönüşü hiç de şaşırtıcı ya da etkileyici değildi, mükemmel bir oyuncu olmasına karşın Peter Capaldi'nin döktürdüğü anlara da maalesef çok nadiren tanık olduk. Onu yerine Doktor'a trip atan Clara, Danny ile aşk acısı çeken Clara, bir şeyleri çözen Clara gibi anlamsız şeyleri izledik durduk.

Coleman'ın noel bölümü ile gideceğini duyunca bir nebze umutlanmıştım. Çünkü Capaldi özellikle son dizisi The Musketeers'da gördüğümüz gibi aslında çok iyi bir oyuncu. Tüm bölümü "Ne zaman ölecek bu" diye izlememe karşın tam tersi karakter diziye döndü, hatta aptalca bir romans da yaşandı ve akabinde öğrendim ki Coleman bir sezon daha anlaşma imzalamış. 

Eskiden kare kare izlediğim diziyi artık görmeye tahammül edemiyorum. 

Amy Pond, River Song hatta en önemlisi bence Donna Noble gibi karakterler de güçlü, dikbaşlı ve cesur kadın profilleriydi. Ama bu karakter gerçekten çok itici ve dozu kaçmış bir şekilde yaratıldı. Danny'sine kavuşmak için Tardis'in anahtarlarını çalıp küçük beyniyle Doktor'a şantaj yapabileceğini düşünen bir karakter izledik. Normalde companionlarla Doktor arasındaki bağlantı yeni nesil dizi kurallarıyla grileştirilmeye çalışılsa da bence sonuç çok kötü oldu.

Velhasıl acı ki bu bölümle yıllardır takip ettiğim ve çok sevdiğim büyülü bir diziye veda ediyorum. Bu karakteri genel olarak takipçiler, çocuklar ya da bir şeyler çok seviyor diye tahmin ediyorum ama yıllar içinde dizinin giderek bozulan ruhu artık bence geri dönülemez bir noktaya gelmiş durumda. Yeni nesile sevdirmek ve daha çok merchandise satmak vb gibi motiflerin güçlü olmasını normal buluyorum ama zamanında inanılmaz bölümlere imza atmış Moffat'ın bu kadar saçmalamasına da anlam veremiyorum.

Russell T. Davies her daim başkaydı, bu bir gerçek. 

Velhasıl gönlüm hep bir Whovian olarak kalsa da bundan sonrası için Moffat'a izan diliyorum.